Soru: “Eşim öğretmen,
ama başörtüsünden dolayı ayrılmak zorunda kaldı.
Apartmanımızda sohbetlerine gittiği bazı apartman ablaları!!
“Bu zamanda
sizler gibi inançlı ve bilgili hanımların görevlerinden ayrılmaları
doğru
değil. Başörtüsü farz ama ilim, cihad vs. daha önemli farz” gibi
laflar
ediyorlar imiş.
Eşim de
“Hiçbir
helal, haram yoldan işlenmez” dediğinde
“Sen
sınıfında başın açık çocuklara iman, ihlas, ilim verebilirsin; başını
açmanın
günahının yanında bu sevap daha büyüktür” diyorlar imiş ve delil
olarak da
“Sokakta başı açık onca kadın var; öyleyse onların başları açıkken
yaptıkları hiçbir amel kabul değil öyle mi?” diyorlar imiş.
Bu
inançlarının, kimliğini açıklamadıkları bir zattan içtihat olduğunu
anımsattıklarında eşim içtihadın, hükmü konmamış durumların Kur’an,
sünnet,
icma ve kıyaslara dayanarak liyakat sahibi müçtehitlerce yapılması
gerektiğini
söyleyip, “Sizin müçtehit kabul ettiğiniz zat dinde hükmü Kur’an’da
konmuş
bir emri tahrif ediyor, böyle her zorluğa bir içtihat!! yaparsanız
Allahu alem
kıyamete kadar kaç hükmü değiştirmiş olursunuz” dediğinde eşimi
susturup
konuyu değiştirmişler.
Velhasıl sayın
hocam, başı açık bir kadının okulda ilim öğretmesi ve yaptığı hayırlar
kabul
olmaz diye biliyorum. Ya sokaktaki başı açık kadının buna benzer
hayırlarının
hükmü nedir? Bu iki durum arasında ki fark nedir?”
Cevap:
Başörtüsü
yasağının doğurduğu yeni bir tartışma ile karşı karşıyayız. Yaygın
olarak
karşılaşıldığı için benim meseleyi daha fazla detaylandırmama ihtiyaç
yok…
Hangi farzın
“daha önemli” olduğunun kararı neye göre verilir? Şüphesiz ki
burada Usul ve Kavaid devreye girer. Burada başörtüsünün
bireyle sınırlı farziyeti, buna mukabil ilim öğrenmenin, hizmet etmenin
vs.
umumî faydası göz önünde bulunduruluyorsa, başörtüsü emrine riayet
etmenin
“farz-ı ayın”, diğerlerinin ise “farz-ı kifaye” olduğu söylenerek bu
mantık
pekala tersine çevrilebilir.
Bence meselenin
esas bu zeminde değerlendirilmesi gerekir. Bu noktanın detaylarını bir
sonraki
yazıya bırakarak, soruda yer alan diğer hususlara geçelim:
Hiçbir helalin
haram yoldan işlenmeyeceği tesbitinin –bazı istisnalarıyla birlikte–
doğru
olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu tesbitin
başörtüsü konusuyla örneklendirilmesinde problem var. Zira
başörtüsü örtmek ile –diyelim ki– ilim öğrenmek, birbirine bağlı
hususlar
değil; aralarında “tabi-metbu ya da asıl-fer’ ilişkisi” yok. Bu sebeple
“biri
olmazsa diğeri de olmaz” demek doğru değil. Şu halde, başı açık mü’min
kadınların, o durumda namaz kılmaları caiz değildir; ama –mesela–
başlarının
açık olmasının, tuttukları orucun, verdikleri zekât ve sadakanın
sıhhatine mani
olmadığını söylemek durumundayız.
Öte yandan
zaruret, ihtiyaç, zorluk ve sıkıntı (meşakkat) durumlarının kendine
göre
hükümleri olduğu açık. Böyle
durumlarda hükümlerin,
zaruret ve ihtiyaç miktarınca değişeceği de öyle. Ancak yaşadığımız
süreçte
başörtüsünün “teferruat”a indirgenmesi, bir anlamda bilincimizin
kodlarıyla
oynanması anlamına geliyor. Zaruret vb.
durumlar,
aslî hükmün “önemsizleştirilmesini” değil, geçici bir süre askıya
alınmasını
mübah kılar ve arızî durumun bir an önce ortadan kaldırılması
mükellefiyetini
asla iskat etmez!
Başörtüsü gibi,
dinî hassasiyet sahibi herkesi
doğrudan ilgilendiren bir mesele dahi Türkiye’deki hizipçiliğin beton
duvarlarını maalesef aşamamıştır. “İslamî kesim”i oluşturan
yapılanmalar, böyle
“cemaatler üstü” bir meseleyi görüşüp istişare etmek, çözüm için ortak
aklın
rehberliğine başvurmak için dahi bir araya gelmemiş, gelememiştir.
Sonunda
çözüm, “başınızı açın, problem çıkarmayın” muhtevalı bir “içtihad”da
bulunmuş
anlaşılan…
“Bu hamur çok
su götürür” misali, bu mesele hakkında söylenecek çok şey var. Ancak
konuyu
hafta sonuna sarkıtmamak için, söyleyeceklerimi maddeler halinde
toparlayayım:
1. Başörtüsü akil ve baliğ
her Müslüman kadının yerine getirmesi gereken bir farzdır; “farz-ı
ayn”dır. İlim öğrenmek/öğretmek ve sair hizmetlerde
bulunmak ise “farz-ı
kifaye”dir. Şu halde başörtüsünün farziyetine inananların öncelikle
yapması
gereken şey, en azından farz-ı kifayeyi yerine getirecek kemiyet ve
keyfiyette
hanımın başörtülü olarak ilim tahsil edip hizmet vermelerinin yollarını
arayıp
bulmak ve onlara bu imkânı sağlamaktır.
Daha önce de
vurgulamıştım: Türkiye’de başörtüsü konusunda hassasiyet sahibi olan
insanların, başörtüsü mağdurlarına okuma ve çalışma imkânı sağlamaya
fazlasıyla
yetecek malî güçlerinin ve fizik imkânlarının mevcut olduğuna
inanıyorum.
Dolayısıyla mesele öncelikle “samimiyet” ve “feragat” meselesidir!
2. Bir farz-ı
ayn çiğnenerek bir farz-ı kifaye yerine getirilebilir mi? Yahut daha
teknik bir dil kullanarak ifade edecek olursak; bir konuda
farz-ı ayn ile farz-ı kifaye tearuz ederse hangisi tercih edilir? Bu
meseleye
Usul ve Kavaid açısından baktığımızda, farz-ı aynın farz-ı kifayeye
takdim
(tercih) edileceği konusunda neredeyse ittifak bulunduğunu görürüz.
Kimi
kaynaklarda bu husus verildikten sonra “farz-ı kifayenin takdim
edileceği de
söylenmiştir” tarzında bir “kîl” zikredilir ve genellikle hemen
arkasından,
esahh ve mutemed olanın, ilk görüş olduğu söylenir. Hanefî mezhebinin
konuyla
ilgili mutemed görüşü için Bedâi’u’s-Senâi’in “Âdâbu’l-Kadâ” bahsine
(V, 448),
“Beyânu Keyfiyyeti Fardiyyeti’l-Cihâd” bahsine (VI, 57) ve İbn
Âbidîn’in
“Mukaddime” kısmındaki “tenbih”e bakılabilir mesela.
Araştırabildiğim
kadarıyla Şafiî mezhebinde, Ebû İshak el-İsferâînî, İmâmu’l-Haremeyn
el-Cüveynî
ve babası dışında farz-ı kifayenin farz-ı ayna takdim edileceğini
söyleyen
olmamış. ez-Zerkeşî el-Mensûr’da (I, 339) bu meseleyi örnekleriyle
geniş bir
şekilde ele almış ve farz-ı aynın takdim edileceğini kesin bir dille
belirtmiştir. Farz-ı aynın farzı kifayeden efdal olduğu ve ona takdim
edileceği
konusunda el-Karâfî el-Furûk’ta (I, 204) İmam Mâlik’in, “Hacc cihaddan
efdaldir; çünkü farz-ı ayndır. Cihad ise farz-ı kifayedir” dediğini
nakleder.
(Ayrıca bkz. Tehzîbu’l-Furûk, I, 127). Hanbelî mezhebinin konu
hakkındaki
görüşü için ise el-Muğnî ve eş-Şerhu’l-Kebîr’e (X, 375-6) bakılabilir.
3. Soruda
zikredilen içtihadın sahibi, söz konusu cevaza, ayrıca mü’minlerin
umumî
maslahatları, zaruret vb. noktalardan da hareket ederek ulaşmış olmalı.
Bu
nokta hakkında da alettenezzül şunu söylemek mümkün: Farz-ı kifaye gibi
zaruret
ve hacet de kendi miktarınca takdir olunur. Mü’min kadın ve kızların
başlarını
açıp okuyabilecekleri, çalışabilecekleri konusunda soruda nakledilen
içtihadın
içerdiği umumî cevaz –eğer nakil doğruysa– ne maslahatla ne de
zaruretle
açıklanabilir. Herhangi bir kayıt ve sınır gözetilmeksizin getirilmiş
olan bu
umumî cevaz, İslamî bir meselenin, İslam’ın bir hükmü çiğnenerek yerine
getirilmesi anlamına gelir. İmam el-Gazzâlî’nin,
Tehâfütü’l-Felâsife’nin ikinci
mukaddimesindeki meşhur tesbitini hatırlayalım: “İslam’a
İslam’ın onaylamadığı bir yolla yardım etmek isteyen kimsenin zararı,
İslam’a
İslam’ın onayladığı bir yolu kullanarak zarar verenin zararından daha
büyüktür.”
Ebubekir Sifil
Milli Gazete, 19-20/11/2006
|