Soner
Yalçın
Hürriyet Gazetesi, 16 Eylül 2007
AKP’nin, üniversitelerde başörtüsünün serbest
bırakılmasını da
içeren Anayasa taslağı günlerdir Türkiye gündeminden düşmüyor. Bazı
çevreler, başörtülü öğrencilerin üniversitelere girmelerini demokrasi
adına savunuyor. Karşı çıkanlar ise türbanı toplumun gericileşmesinin
simgesi olarak görüyor. Peki, kadın niye örtünüyor? Kadının örtünmesi
ne zaman, nasıl oldu? Gelin, kadının örtünme tarihine kısa bir göz
atalım.
İLKEL çağlarda sihir ve büyü düşüncesi hákimdi.
İnsanoğlu
kadının çocuk doğurmasına akıl erdiremiyordu. Bunu gizli bir güç olarak
yorumluyordu. Bu nedenle kadından hem korkuluyor, hem de ona saygı
duyuluyordu.
Öte yandan ilk çağda birçok alanda üretimi kadınlar başlatmıştı: İp,
sepet dokuma, ağla balık avlama, toprak kap, ateş yakıp yemeği pişirme,
tarak, kaşık, madeni eşyalar, boncuk, ilk hekimlik ve şifalı otlar gibi
buluşlar kadının eseriydi.
Kadının el üstünde tutulduğu "anaerkil" dönem binlerce yıl
sürdü.
Ne zaman insanoğlu doğal olayları kavramaya başladı, "büyü"
bozuldu. Artık kadının nasıl çocuk sahibi olduğu anlaşılmıştı!
Yetmezmiş gibi erkekler, üretim biçimini ve savaş aletlerini
geliştirdi; din devleti, tapınak-saray-ordu biçimindeki erkek egemen
örgütlenmesine yöneldi; kadının "saltanatına" son verdi!
ÖRTÜNME BAŞLIYOR
Yaklaşık 4 bin yıl önce Babil İmparatoru Hammurabi’nin
kanunlarında kadının sosyal statüsü ilk kez yazılı yasa haline
getirildi: "Kadınlar sokağa çıkarlarken başlarını açmamış
olacaklardır."
Bu kanun yeniydi, ama uygulama eskiydi. Sümer, Asur, Hitit, Urartu,
Akad gibi site devletlerinde de benzer uygulamalar vardı. Kadını örtüye
sokmanın temel nedeni, hür kadın ile köle kadınların birbirinden
ayrılmasını sağlamaktı. Yani amaç, hangi kadının bir erkeğin koruması
altında, hangisinin ise "kolay av" olduğunu göstermekti!
Eski Anadolu kültüründe
olan bu
örtünme anlayışı, dünyanın çeşitli
topluluklarında da vardı. Onlar genellikle meseleyi mitolojik öykülere
dayandırıyorlardı. Örneğin, Japon mitolojisinin kutsal kahraman
Okikurumi, Aynular’a kültür ve uygarlığı öğretmek üzere tanrıların
cennetinden yeryüzüne inmişti. Cennete dönmeden önce Aynular’dan bir
kadınla evlendi. Karısına, yiyecekleri kabile halkına dağıtma görevi
verdi. Ancak bunun için de bir koşulu vardı; hiç kimse karısının yüzüne
bakmayacaktı. Yani örtünecekti!
ÇARŞAF, SAHNEYE ÇIKIYOR
Çarşaf, önce Hititler’de ortaya çıktı.
Bu konuda, Ankara/Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde pişmiş toprak bir
kabın üzerindeki resim bize önemli bilgi veriyor. Kutsal evlilik
töreninde, tanrıçayla, tanrı adına kralın
evlenmesi için yapılan ayini anlatan resimde tören sırasında gelin
tanrıça, günümüzdeki çarşafın birebir aynısını giyiyordu.
Ve ne yazık ki, kendine güvenli, rahat, buyurgan tavırlı kralın
karşısında, edilgen, teslimiyetçi duran bu kara çarşaflı tanrıça gelin,
Sümer’deki kendine güvenli tanrıça karakterinden hayli uzaktı. Kadınlar
artık örtüye sokulmuştu. Önceleri görünen saçlar zamanla görünmez
olmuştu.
Heraklit, Antik Yunan ve Mısır’da yaşayan kadınların
baş
giyimini şöyle tarif etmişti: "Giysilerin başa gelen kısmı öyle
sarılır ki, yüzün tümü peçeyle örtülmüş gibi görünür. Zira sadece
gözler ortada kalır, yüzün diğer bölümleri ise giysinin bir parçası ile
tamamen örtülür. Bütün kadınlar bu şekilde beyaz renkli giysiler
giyerler."
Antik Yunan’da başörtüsü, bereket tanrıçası Demeter ve Zeus’un
karısı Hera’nın da özel simgesiydi!
Zamanla kadınlar bu durumu bile arayacak hale gelecekti.
Antik Yunan’da kadın, "erkeğin başının belası" olarak görülmeye
başlanacaktı. Pis kadınların domuzdan, zeki kadınların tilkiden,
meraklı kadınların köpekten meydana geldiğine inananlar bile vardı!
Kadınların tek başına sokağa çıkmaları ise artık hayaldi...
Roma döneminde de erkeklerin tartışılmaz egemenliği iyice perçinlendi.
Erkek, asker, politikacı, tüccar; kadın ise evde oturup çocuk büyüten
ve sadece kocasına hizmet edendi.
TEK TANRILI DİNLER
Kadının en büyük onuru bakire olmaktı. Bir de doğurgan olmak.
Hiçbir sosyal hakkı yoktu. Hatta kadın, başı açık dışarıya çıkarsa
kocası onu boşayabilirdi bile. Tek tanrılı dinler, kadının sosyal
hayatını pek değiştirmedi:
Talmud’a göre, Yahudi kadınların başı açık halde toplum içinde
gezmeleri günahtır. Eski Ahit’te üç farklı yerde kadının başını
örtmesiyle ilgili pasaj bulunmaktadır. İşaya 3/20’de başa giyilen
kıyafet anlamında "fara", İşaya 3/23’te başörtüsü anlamında "tsnyafaah"
ya da Tekvin 24/65-38/14.19’da yüzü örten örtü anlamında da "tsaayafa"
kullanılmıştır. Ayrıca vücudun üst kısmını örten örtü anlamında "radod"
kelimesi kullanılmıştır.
Hıristiyanlığın temel ilkelerini belirleyen Tarsuslu Aziz Pavlos,
"Kadının örtüsüz Tanrı’ya dua etmesi doğru değildir.
Kadın
örtünmüyorsa saçı kesilmelidir" demiştir.
Erkek eli değmemişliğin, erdemliğin sembolü Meryem Ana, hep
başı bağlı tasvir edilmiştir. Bilindiği gibi, Hıristiyan rahibelerin
başları örtülüdür.
Gelelim bizim İslam dinine...
İlk İslami buyruklardan 17 yıl sonra kadının örtünmesiyle ilgili ayet
gelmiştir. Ahzab Suresi 59. Ayet, "Ey Peygamber, zevcelerine,
kızlarına, müminlerin kadınlarına de ki dış esvaplarını üzerine
giysinler. Bu onların tanınıp taarruza uğramamalarına daha fazla hizmet
eder" der.
Görüldüğü gibi, köle ve cariyelere örtünme zorunluluğu getirilmemişti.
Örtünme statü göstergesiydi ve bunun cinsellikle filan hiç ilgisi yoktu.
İslam dünyası içinde örtünmeye ilişkin farklı görüşler de zamanla
ortaya çıktı. Örneğin, Mevlana da kadının başörtüsü konusunda
şunları söylemiştir: "Kadına her ne kadar gizlenme, örtünme emir
edersen onda kendini gösterme isteği artar. Eğer kadının tabiatında
kötülüğe yönelik bir eğilim yoksa yasak etsen de etmesen de o kişiliği
doğrultusunda hareket edecektir." (Fihi Ma Fih)
Mevlana’nın bu sözleri söylemesinde geldiği Orta
Asya
kültürünün etkisivardır kuşkusuz. Peki Orta Asya’da Müslümanlığı kabul
eden Türkler ne zaman örtündüler?
RAMAZAN AYINIZ KUTLU OLSUN
Yıl 1930. Bir ramazan gecesinde Direklerarası’nda ünlü Ferah
Tiyatrosu’nun önünde oyunu seyretmek için gelen kişiler görülüyor.
Kapının üzerindeki afişte, "Ramazanda her gece muazzam beynelmilel
varyeteler" yazılı. Paçaları yırtmaçlı, başları kukuletalı tavşan
kızların ramazan ayında bir tiyatroda gösteri yaptığına dikkatinizi
çekerim.
TÜRK KADINI NE ZAMAN BAŞINI ÖRTTÜ
ORTA Asya’daki göçebe Türkmen kadınların sosyal
hayat
içindeki statüsü, Hıristiyan ve Yahudi kadınlardan farklıydı.
Müslümanlığı kabul ettikleri 9. ve 11. yüzyıllardaki yaşam biçimleri de
geleneksel Müslüman yaşamına uymuyordu.
Osmanlı döneminde, Bizans alınana kadar örtünme kurumsal olarak
yerleşmedi. Tarihçi Şikari, İstanbul’un fethinden önce başkent
olan Bursa’da kadınların yüzlerini örtmediğini yazıyor:
"Yüz örtmek
sonradan ádet oldu. Karamanoğlu Alaüddin’in Hamidoğlu İlyas
diyarını
katliam ettiğinde üç kabile Diyar-ı Osman’a firar etmişlerdi. O vakit
bunları Murad Han görüp pek temiz ve uslu ádem olduklarından kendi
şehrinde (Bursa’da) yerleştirmiş. İşte bu kabile kadınları pek güzel
olduklarından herkes bunları temaşa etmeye (seyretmeye) başlayınca
ulema tarafından bu kabilenin hatunlarının yüzleri siper edilmesi
(yüzlerinin saklanması) emredilmesi. İşte ne vakit taşraya çıksalar, o
kabile hatunları yüzlerini siper ederlerdi. Fakat bu hal sonradan diğer
kadın ve kızların da pek hoşuna geldiğinden herkes daima güzelce her
tarafını örtmeye başladı."
Burada dikkati çeken nokta örtünmeye inançtan çok, toplumsal bir tedbir
gereğine başvurulmasıydı.
Göçebe toplumun izlerini taşıyan Osmanlı’da kadın, erkekle birlikte
hareket etmekte, törenlere katılmaktaydı. Bu dönemde kadınların yüzleri
de açıktı.
Örtünme yıllar sonra, Osmanlı Devleti’nin "halifelik" makamına
sahip olmasıyla yaygınlaştı.
Anadolu’da Asur’dan Antik Yunan’a, Roma’dan Bizans’a uzanan kadının eve
kapatılma süreci Türk kadınını da etkiledi.
Osmanlı’da kadının kapanması 16. yüzyılda başladı ve Cumhuriyet
Türkiye’sine kadar sürdü.
OSMANLI GERİLEDİKÇE KIYAFETLE UĞRAŞTI
Osmanlı’da kadınlar üzerine çıkarılan bütün yasalar, kadının kapanması
ya da kıyafetlerinin denetlenmesi yönünde oldu.
Çıkarılan bu ferman ve yasalarda kadının giyimi ayrıntılı olarak
tanımlanmıştı. Feracelerin yaka boyları, üzerlerindeki nakışlar,
yaşmakların biçimleri, kumaşların kalınlığı ve inceliği gibi detaylar
bu fermanlara konu olmuştu.
Bu fermanlarla gelen yasaklar, kadına üç alanda müdahale etti.
1. Giyimleri,
2. Sokaktaki davranışları,
3. Erkeklerle olan ilişkileri.
Aslında Osmanlı, gerileme dönemine girmesiyle kadınlara yönelik kıyafet
yasakları konusunda sertleşti.
Örneğin, ilk yasak 1725’te çıkarıldı.
"Günlük kıyafetlerinin şeriata uygun olması devlet
namusu
gereğindedir. Fakat savaşlar yüzünden çok önemli işlerle uğraşılırken
bu husus ihmal edilmiştir. Bazı yaramaz kadınlar bunu fırsat bilip
sokaklarda halkı baştan çıkarmak için aşırı süslenmeye başlamışlardır.
Yeni biçimlerde çeşitli esvaplar yaptırmışlardır. Hıristiyan
kadınlarını taklit ederek başlarına acayip serpuşlar geçirmişlerdir.
Bundan böyle kadınlar bir karıştan ziyade büyük yakalı
ferace
ve üç değirmiden fazla baş yemenisi ile sokağa çıkamayacaklardır.
Feracelerde süs olarak bir parmaktan enli şerit kullanılmayacaktır.
Bu yasakları dinlemeyecek olan kadınların sokakta
yakaları
kesileceği ve esvaplarının yırtılacağı ilan olunsun. Dinlememekte ısrar
edenler yakalanıp başka şehirlere sürüleceklerdir."
Bu yasak Müslüman Osmanlı kadınlarının, Hıristiyan kadınlara
benzememeleri için koyu renkli giysiler yerine renkli giysiler
giymelerini de tavsiye ediyordu.
Ama bazen de Müslüman kadına yakışan tek giysi olduğu iddiasıyla renkli
giysiler yasaklanıp çarşaf giymeleri istenmekteydi!
Osmanlı’da kadınların kıyafeti hep tartışma konusu oldu.
Neredeyse her padişah bir ferman çıkardı. Örneğin, Sultan II.
Mahmud da bir fermanla Hıristiyan kadınların başlarını Müslüman
gibi, Müslüman kadınların ise Hıristiyan kadınları taklit eder şekilde
örtmelerini yasakladı.
II. ABDÜLHAMİD’İN ÇARŞAF YASAĞI
19. yüzyılın ortalarında kadınlar İstanbul’da çarşaf giymeye başladı.
1850’lerde Suriye valiliğinden dönen Suphi Paşa’nın karısı,
İstanbul’da ilk çarşaf giyen kadın oldu.
Daha çok Yunanlılarda görülen bu giysi, Meşrutiyet dönemine değin
baştan yere kadar uzanan kolsuz tek parçalı bir sokak kıyafetiydi.
1876-1908 arasında ise başı-omuzları örterek bele kadar uzanan bir
pelerin ve belden ayak bileklerine inen bir etek olmak üzere iki
parçalı sokak üst giysisi olarak kullanıldı.
1880’li yıllar, çarşafın hızla yayıldığı yıllar oldu.
Ancak, Sultan 2. Abdülhamid öldürülme korkusuyla çarşafı
yasakladı. 27 Ekim 1883’te Paris’te yayımlanan Le Courier d’Orient
isimli gazetede, çarşaf yasağından etkilenen kumaş tüccarlarının
yakınmalarına yer verildi.
İstanbul’da bu tür yasaklar söz konusu iken Anadolu kadınları için
ferace ya da çarşaf güncel bir tartışma olmadı.
Hatta 1882’de çıkarılan bir fermanla ferace giymeleri istenen kadınlar
bu buyruğa isyan ettiler.
Konu ile ilgili olarak 27 Temmuz 1882’de Levant Herald Gazetesi’nde şu
haber yer aldı.
"Yeni İzmit valisi civar köylerden pazarda satmak
için pazara mal getiren ferace giymemiş ve ayağında pabuç olmayan Türk
kadınlarının 5 gün hapis ve bir mecidiye para cezasına çarptırılacağı
konusunda bir yasak çıkardı. Bu yasağa karşılık köylü kadınlar,
atalarından kalmış gelenek ve göreneklerini hiçe sayıp baskı altına
alan bu yeni kanuna uymaktansa, köylerinde kalmayı yeğlediler."
Burada aslında şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Türkiye’nin bugün
konuştuğu kamusal alan tartışması o zaman da yaşanıyor. Osmanlı,
pazaryeri gibi kamusal alanlarda örtünmeyi zorunlu kılıyordu.
Müslüman kadınlar Anadolu’da peçe takmadığı gibi İstanbul’un Kadıköy,
Tarabya gibi semtlerinde de bu serbestliğe sahipti. Oysa Beyoğlu’na
giden bir kadın peçe takmak zorundaydı.
Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor: İktidarın merkezinde duyarlılıklar
fazla iken çevrede bu duyarlılığın azaldığını görüyoruz.
Osmanlı’nın son döneminde türban, aydınlar tarafından çok tartışılan
bir konu oldu. Birçok kesim bu konuda kendi görüşünü belirtti. Kimi
gerekliliğini, kimi gereksizliğini savundu.
Ziya Gökalp gibi aydınlar, İslamiyet öncesi Türk
kadını
konusunda araştırmalar yaparak o modelin benimsenmesi gerektiğini
savundular.
Görünen o ki, Osmanlı’da başlayan bu tartışmalar günümüzde henüz
sonuçlanmamıştır.
Başörtüsü, demokrasi mi yoksa bir uygarlık meselesi midir? |